Doğu Avrupa’da ‘sosyalist’ rejimlerin çöküş serüveni sosyalizmin en sertini uygulamakla anılan bir ülke ile sonuçlandı. 3 milyon nüfüsuyla Arnavutluk, 1991’de resmî olarak, çoğulcu demokratik bir rejime geçti. O günden bugüne, 2000’lere kadar geçen süre, tranzisyon, Türkçesiyle ‘geçiş’ dönemi olarak anıldı. Diktörlükten demokrasiye, izolasyondan açılmaya, baskıdan hürriyete, ekonomik sıkıntılardan refaha geçiş diye düşünüldü. Arnavutluk’ta insanların dile getirdiklerine göre ya da basına yansıyan tepki ve değerlendirmelerde, geride kalmış kötülükten, sonunda güzelliklere ulaşma süreci olarak tahayyül edildi. 90’lardan 2000’lere doğru, tranzisyonun bitmesini herkes iple çekiyor gibiydi. Bu süreçte yaşanan sıkıntılar onunla bitecekti ve bir anlamda siyasi, sosyal ve iktisadi olarak düzlüğe çıkılacaktı. 2005’teki seçimlerde hükümet, sekiz senedir yönetimde olan ve Arnavutluk siyasi yelpazesinde solda olan sosyalistlerden, sağda kalan demokratlara geçti. Demokratik ve barışçıl bir rotasyonun olması birçoklara “Tranzisyon bitti” dedirtti.
Ancak 21 Ocak 2011’de yaşanan, üç ölü ve onlarca yaralıyla sonuçlanan olaylar, tranzisyonun bitişini sorgulattığı gibi birçok başka soru işaretini de gündeme getiriyor. Olaylar, Arnavut basını başta olmak üzere yabancı basında da genel itibariyle şiddeti ile gündeme geldi; ancak benim bu yazıda odaklanmak istediğim yer bu şiddetin siyasi, sosyolojik ve iktisadi arka planıdır. Bununla beraber burada gündeme getirmek istediğim, birbiriyle bağlantılı başka iki sorunsal var: İlki, Arnavutluk’ta sosyal, siyasi ve iktisadi sıkıntıların uluslararası alandaki konumlanışını konu eder. İkincisi ise yaşanan olayların ülke sınırlarını aşan, transfer edilen veya ülkeler arasıdaki etkileşimle benzeşen bazı yönetim pratikleri, hükümet aktörlerinin zihniyetleri ve gücün insanlarla ilişkisiyle ilgili.
21 Ocak’tan birkaç gün önce Arnavutluk’un çok izlenen bir televizyon programına bir video teslim edildi. Videoda, Mart 2010 tarihinde, dönemin enerji bakanı ve başbakan yardımcısı arasında geçen bir sohbet yer alıyordu. Başbakan yardımcısı enerji bakanına bir baraj ihalesinin arkadaşının şirketine verilmesini, onun için bürokratik işlemleri çabuk halletmesini, bu şirketin önceki sorunlarıyla ilgili çıkacak mahkeme kararını beklememesini, bu konuda yüksek mahkeme başkanını ayarlayacağını, çünkü kızını bir büyükelçiliğe atadığını söylüyordu ve bu iş için kendilerine düşecek payın da 7%, yani 700 bin avro olduğunu açıklıyordu.
Video yayımlandıktan birkaç gün sonra başbakan yardımcısı görevinden istifa etti ve videonun bir montajdan ibaret olduğunu, hatta bu montajın ana muhalefet lideri ve söz konusu eski enerji bakanı tarafından yapıldığını söyledi. Birkaç hafta önce sosyalistlerin yolsuzluk suçlamaları üzerine istifa eden enerji bakanı, videoyu ofisinde kalem kamerayla çektiğini ve tamamen orijinal olduğunu iddia ediyordu. Siyasiler, ihale kazananlar, kurumlar, şirketler, partiler arasında karşılıklı suçlamalar havada uçuşuyordu. Uzun süredir dejenere olmuş siyasi dil, başbakanın parlamentoda kürsüsü önünde kendisine “Hırsız” diye bağıran sosyalist millevekillerine “İtler” diye bağırmasıyla çığırından çıktı. Yolsuzluğa bulaşmış, komünist, mafya babası gibi nitelemelerin dışında hırsız, deli, it, sapık ve benzeri ‘değerlendirmeler’ siyasi sözlügün vazgeçilmezi oldu.
21 Ocak 2011’de binlerce kişi muhalefet partilerinin çağrısıyla hükümeti protesto etmek için Tiran’da toplandı. Toplanmalarının sebebi, videoda görünen ve uzun süredir muhalefetin iddia ettiği yolsuzluk üzerine hükümeti istifaya çağırıp erken seçime gitmek. Üç kişinin hayatını verdiği olayları, başbakan muhalefetin başarızılıkla sonuçlanan darbesi olarak nitelendirdi. Muhalefet ise zaten gergin olan protestocuları hükümetin su, göz yaşartıcı gaz ve cop kullanarak provoke ettiğini iddia etti. Bunun üzerine medyada da tartışmalar suçluyu bulmaya odaklandı ve zaten dejenere olmuş siyasi sözlüğe katil, darbeci, elleri kana bulamış nitelemeler de hızlıca eklendi. Yorumcular da muhalefeti haklı gören, iktidarı haklı gören, ikisini haksız gören, protestuyu haklı gören veya protestoya gelen insanları holigan ve siyasi malzeme olarak değerlendirenler arasında ayrılmıştı.
Acil çözüm bulmada, suçlu arama çabası esasında oldukça boşuna; onun da ötesinde belki de fazlasıyla ikiyüzlü veya çok naif bir uğraştı. Dahası, o gün üç insan öldürenleri ve varsa bunun için emir verenleri savcılık politk baskılar olmazsa zaten yakalayacaktır. Esas sorun savcılığa politik baskı yapabilmekte de kendini belli eden ve şiddetli protestolara ulaşacak kadar ciddi olan sıkıntılar. Birçoğumuzun sorduğu “Ne oluyor ve/veya ne oldu?” sorusuna, belki de ancak seneler sonra yapılacak detaylı araştırmalarla anlamlı bir cevap verilecek. Yine de bugün görebildiğimiz bazı unsurlara işaret etmek isterim.
Günümüzün Arnavutluk’u altyapı, dünyaya açılım, uluslararası işbirlikleri açısından, 90’larda başladıgı noktaya göre bir hayli yol almış durumdadır. Ancak bu süreçte uzun vadeli iktisadi, sosyal ve kültürel politikalar ne hazırlandı ne de uygulandı. Hükümetler bu tarz programlar yapmadan, oy toplamaya yönelik kısa süreli projelere girişti. Bu projelerin çoğunda, ülkenin geneliyle ya da sonraki senelerde atılacak adımlarla uyumu düşünülmedi. Sosyalist dönemden gelen çökmüş iktisadi yapıya, birbiriyle bile uyumlu olmayan eklemeler yapıldı. Eskiden gelen yapıların çok azı dönüştürülerek fayda sağlayacak hale getirildi. Çökmüş iktisadi yapılarda sıkışan sosyo-kültürel gruplar, fırsat ve çozümler yerine yeni sorunlarla karşı karşıya kaldı.
Bu sorunları değerlendiren ciddi araştırmalara dayandırılmadan hazırlanan politikalar, şehirlere ve yurtdışına olan nüfüs hareketini iyicene hızlandırdı. Ülkenin gündelik insanını ayakta tutan gelir ya inşaattan veya yurtdışındaki aile bireylerinin gönderdiği paradan geliyordu. Elbette küçük işletmeler (çoğu fasoncu), orta çapta birkaç fabrika (özellikle gıda) vardı; ama ülkenin bir üretim yapısı, anlam verilecek bir dış ticaret dengesi yoktu. 2009 dünya ekonomik krizi Arnavutluk’ta hissedilmedi diyen hükümet ülkede, bu krizin esas olarak hissedileceği tek alanın göç gelirleri olduğunu “unutuyordu”. Nitekim bu gelirin fazlasıyla azalması, birçok insanın gittiği yerlerde işsiz kalıp dönmesi binlerce ailenin iktisadi durumunu çok ağırlaştırdı.
Ekonomik yapı bozukluğu, elbette hep bir siyasi yapı bozukluğu ile el eleydi. Uzun vadeli gelişim politikaları üretmeyen hükümet, insanların hassasiyetlerini kullanarak oy alıyordu. Geçmişten gelen öfkeler kabartılarak, insanların inançları malzeme edilerek, siyasi muhalifler en ağır dille suçlanarak toplum, hayalî “karşıt gruplar”a bölünüyordu. Sadece söylemde kalan farklar ve gündelik öfkeler oy topluyordu. Ülkenin çoğulcu, demokratik, bağımsız devlet kurumları inşaa edip bu kurumları sağlamlaştırması gerekiyordu ancak bu olmadı. Zayıf bir ekonomi ve sağlıklı olmayan demokratik kurumlara sahip olan ülke, uluslararası suçun ajandasına hızlıca eklendi. Bu suçla işbirlikten gelen para hızlı ve büyük miktardaydı. Başka ülkelerde de üstün düzeylere ulaşabilen uluslararası suç örgütlemeleri siyahi destek de sağlayabiliyordu.
Reformlar derinlemesine uygulanmayıp sosyal yapı bunların doğrultusunda hareketlenmediği için iktidara ulaşabilen gruplar pek değişmemişti. Esasında bu bir kör döngüydü; siyasi elitler iktidarlarını sürdürebilmek için reformları yüzeysel uygulayarak iktidara ulaşma şanslarının geniş kesimlere açılmamasını sağlıyordu. Arnavut hükümetleri turizm gelirinden bahsediyordu ancak Arnavutluk’ta turizm için gelenlerin bir çoğu Kosovalı Arnavutlar veya yurtdışında olan Arnavutlardı. Yani esas olarak patriotik turizm söz konusuydu. Ne çevreye dikkat edildi ne de ülkenin doğal ve kültürel özelliklerine hassasiyet gösteren politikalar yürütüldü. Bunlara rağmen yabancı turist sayısında artış vardı ancak turizm, iktisadı kalemler arasında önemli bir yer almaktan çok uzaktı.
Bunun da ötesinde zengin siyasiler, aileleri veya yandaşları medyanın bir kısmını ele geçirmişti. Hakim, savcı satın alacak veya onlara baskı yapacak kadar para ve kuvvetleri vardı. Avrupa Birliği baskısıyla çağdaş demokratik kanunlar yapılsa da çok azı uygulanıyordu. Kanun ve uygulaması, iki ayrı alan olmuştu. Bu tarz bir yapıda vatandaşın iktisadi durumunu değiştirecek kadar turizm geliri olsa bile hukukun yüzeysel olarak işlediği, dahası iktidarda olanlar için işlediği bir ülkede yaşamak zorundaydı.
Arnavutluk’taki bu gelişmeler, Arnavutluk’a has yönleri olduğu kadar ulusötesi trendlerin de bir temsilcisiydi. Lağbalileşen siyasi dil, özellikle sağ hükümetlerin iktidarda olduğu birçok ülkede bir olgu haline gelmişti. İhaleller, tarafına bakmaksızın, tüm hükümetlerin ülke içindeki en önemli gelir kaynağı ve yandaş kayırma aracı olmuştu. Çevre hassasiyetleri hep büyük grupların inşaat hassasiyetlerinin gerisinde geliyordu. Hükümetler yandaş destekleme, toplama ve kayırma kurumlarına dönüştükçe demokrasinin ve eşit hakların altı fazlasıyla oyulmuştu. Aslında bu, birbiriyle sürekli olarak etkileşimde olan süreçler bütunüydü. Siyasi ve iktisadi güç o kadar birbirinin yararına çalışıyordu ve aynı kişilerin elinde toplanmıştı ki; geride kalanlar, bunların “insaf”ına kalmıştı ve doğal olarak gittikçe fakirleşiyordu.
Bu ortamda yüzeysel parti kavgası yapıp iktidarı paylaştırmak oldukça kolay olmuştu. Dahası; insanların mantığının değil, inanç ve hassasiyetlerinin malzeme edilmesi birçok açıdan eşiklerini yaşayan günümüzün dünyasında çok daha kolaydı. Günümüzde kişi ve toplumları sosyal ve kültürel olarak şekillendiren en temel öğeler, kimlik ve iktisadi işlevler, kendilerini ya tüketmişti yada hızlıca gelişen teknolojinin ürünleri ve kısalttığı tüm mesafeler sonucunda, yeniden şekillenmek üzereydi. Bu ‘karmaşık’, belki de bir geçiş süreci olan ortamdan faydalanmayı, siyasetle ticareti birleştiren bazıları çok iyi bildi. Özellikle demokratik kurumların zayıf olduğu birçok ülkede bu gruplar medyayı ve hukuk sistemini kontrol eden ayrıcalıklı bir sınıf halini aldı. Ciddi bir şekilde iktidarlarını sarsabilecek tüm yolları da kapatmışlardı. Kimseye sesini duyuramayan yüzbinlerce kişi ya sesini duyurmanın yolunu bulacaktı ya da ‘postmodern köleliğe’ razı olacaktı.
Durumu değiştirecek tek şey ya siyasilerin kendi iradesiyle çekilmesi ya da insanların tepkisiyle çekilmesiydi. Sırbistan, Karadağ, Macaristan ve Bulgaristan’da görülen yüksek düzeyde istifalar, durumu şimdilik büyük patlamalardan kurtarmış gibi görünüyor. Makedonya’da değişik gruplar (çiftçi, köylü, madenci vs.) sürekli eylem yapıyor. Bu protestoların büyük bir protestoda birleşmesini şimdilik siyasi alternatifsizlik engelliyor. İtalya’da, insanlar ünlü savcılarına güvenlerini yitirmiş olsaydı herhalde çoktan sokaklarda olacaktı. Yunanistan’daki insanlar, kısa bir süre önce ciddi rahatsızlıkları olduğunun ve buna karşı susmayacaklarının sinyalini vermişti. Kuzey Afrika’da yaşanan protestoların altındaki sosyo-politik dinamikler değindiğimiz ülkelerdekilerden elbette farklıdır. Esasında her ülkenin bir anlamıyla sadece kendine has dinamikleri vardır. Ancak protestolarda ülkeleri aşan ortak vurucu bir nokta var: İnsanların sesini duyuracak ve bunun doğrultusunda bir hareketlilik doğuracak mekanizmaların yok oluşu veya sadece görünürde var olması.
Bu anlamda halkın protesto etmesi için kimin çağrıda bulunduğu son kertede çok mühim olmuyor. Onun için, sesini duyuracak bir şansın doğuşu belirleyici oluyor. Belki de bu şans sadece görünürdedir ve sonunda pek de farklı bir yapıya ulaştırmayacak. Ancak bu protestolar kendi koltuğuna çok bağlı olan her siyasiye, koltuğun kendinin değil, aslında onu oraya getiren halkın olduğunu iyi kötü hatırlatıyor. Sokaktaki insanlar toplumun yollarının ne ile kapatılırsa kapatılsın, sağ veya sol diktatörlükle veya gelişmiş ve görünürde demokratik olan yollarla, insanların kendi sesini duyuracak yolları bulacağını söyler gibi.
Arnavutluk’taki sorunlar, Arnavut haliyle, ulusötesi sıkıntıların bir ifadesidir. Tranzisyonun sonu, insanların tepkisinden korkan, diğer yandan insanlara uzun vadeli reformları anlatabilen ve bu reformları yapacak kadar hem yetenekli, hem toplumunu duşünen, hem de cesur bir hükümet göreve geldiği zaman mümkün olacak. Ulusötesi sıkıntılar için de aslında aynı durum söz konusu olsa gerek. Küçük gruplarla zenginlik paylaşmanın hiçbir zengini güvene alamayacağını en son gelişmeler göstermiş olsa gerek. Her iktidarın, refahı tüm ülkeye paylaştırmanın temel bir öğe oldugunu ve sadece gerçekten demokratik, çoğulcu, bağımsız kurumların barışı sağlayabileceğini çok geç olmadan anlamış olması gerekir. Onun da ötesinde son gelişmeler, artık hiçbir ulus devletin kendi başından asılan koyun olmadığını, sorunların ve çözümlerin ülke sınırlarını aşan özellikte olduğunu gösterdi. Avrupa Birliği’nin Arnavutluk’taki gerginliklerin ve siyasi problemlerin çözümünde aktif bir şekilde yer alması, bu yapının içindeki birçok devlet, kurum ve kişinin bunu böyle anladığının bir göstergesi.
Nihayet, Arnavutluk’ta da başgösteren ancak ulusötesi yönleri olan bu sorunları, Arnavutluk başbakanının bir deyiş ve tutumuyla özetleyeyim. Kendi hükümetinin başardığını iddia ettiği şeyi (NATO üyeligi, AB ile vizelerin kaldırılması, alt yapı çalışmaları vs.) “This is a miracle” diye nitelendirdi. 21 Ocak protestosunda ellerinde sopa, şemsiye, taş ve birkaç benzin şişesi olduğu söylenen protestocuları darbeci olarak gördü. Hükümetlerin ‘mucize yaptığı’ ve ‘mucizevi olduğu’; insanların, sivil halkın, hükümeti protesto edenlerin de ‘darbeci’ olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Buna karşın bazıları, halkın birilerine malzeme olduğunu söylüyor ancak bunu söyleyenlerin malzeme olmadığını kim garanti edebilir? Tahminimce, o protestodaki binlerce insandan her biri, ulusal ve ulusötesi sıkıntılara baş eğmek istemediğini ve gelecek her hükümete “Biz susmayız” mesajını hep beraber vermek istediği için oradaydı. Dahası, binlerce insan, sanırım o gün olduğu gibi, malzeme edilmek istendiği her anda o meydanda olup kendi sesini kimsenin malzeme edemeyeceğini anlatacak. Yoksa Arnavutluk’un ülkeyi hızlıca geliştirecek önemli dinamikleri barındırdığını ısrarla anlatmaya çalışan bu “Arnavut inadı” ne işe yarayacak?
|